27 Ağustos 2009 Perşembe

Çıkacak delik arıyorum kendimden

Yalvarırcasına seçenekli konuşuyorum insanlarla. Bir seçenekte normal hayattan kareler, bir diğerinde azıcık duygu kırıntılarım. Belki biri yardım çağrımı görür, normal hayatı boş verir, duygularımla ilgilenir umuduyla.

Ama basit cevaplar alıyorum sorularıma. Hayattan kareler daralıyor çevremde git gide. Sıkışıyor duygularım içimde. Çıkacak delik arıyorum kendimden. Hep içimdeyim maalesef.

İçimden çıkamayışıma gülüyorum şu an. Gözlerimde hafif bir nem, yine kendimleyim. Bana ramak kalana kadar getiriyorum insanları ve içime girmek üzerelerken tam, susuyorum, “Susmam gereken nokta geldi” diyerek hem de. İçime sokmayışıma gülüyorum şu an!

Sadece seçenekli sorumu anlayan olursa konuşasım geliyor, olmuyor. Çıkamadığım içime sokmaya çalışıyorum insanları seçeneklerle, girmiyorlar. Onlar bir şey sorduğunda – pek sık gelmez başıma- yanıtlayamıyorum.

Ben çok söyledim sanırken insanlar daha ne dediğimi anlamaz halde. Oysa her şey apaçık, iki ileri bir geri yapınca söylediklerimde, bütün cevaplar verilmiş: Giriş, gelişme yapılmış, ama sonuç eksik her zaman.

21 Ağustos 2009 Cuma

Bulamadığım gecelerden biri daha işte!

Yine oturduk bugün karşılıklı. Her akşamki gibi kahvelerimizi içtik sessiz sohbetler eşliğinde. Gözlerimiz, onları ovuşturmadığımız zamanlarda hep kenetliydi birbirine. Birkaç karışlık mesafeden izledik birbirimizi iki insanın cesaret edemeyeceği kadar net.

Küçük sorular sordum ona başta, önemsiz. Tatmin edemezdi cevapları çünkü tatminsiz sorulardı bunlar. Doğru soruyu bulamıyordum kafamda. Kendimi arıyordum aslında. Bulamadığım gecelerden biri daha işte.

Saatlerce oturduk birlikte, neredeyse bütün gece… Birbirimizden bu kadar nefret etmemize rağmen gecelerde muhtaçtık karşılıklı oturmaya, yalnızdık ikimiz de.

Genelde o konuştu bana. Ara sıra şarkılarla cevap verdi. Bazen başka arkadaşlardan bahsetti, akrabalardan. Gittiği yerlerden fotoğraflar gösterdi.

Konuşmadığı zamanlardaysa boş bir kağıt gibi baktı yüzüme, konuşmamı istedi sanki. Söyleyecek söz bulamadım. Yine ordan buradan sorularla geçiştirdim önümdeki boş sayfayı. Ben bekledim ondan konuşmasını.

Konuşmaz olmuştu artık, sıra bendeydi sanırım. Soru da soramıyordum. Önümde duruyordu o siyah kare, cüretkâr şey, bilgisayarım. Kendimden vermedikçe tek bir şey alamadığım o ketum alet!

Kendimden verme zamanı gelmişti işte! Bu satırlar döküldü boş sayfasına. Kendimi bulamadığım gecede kendimi bulamama hikayemi anlattım ona.

7 Ağustos 2009 Cuma

Geceden not

Sessiz gecede bir ses arıyorum. Dünya penceremden o kadar sessiz gözüktü ki gözüme. Yalnızca ağaçlarda yaprakların hışırtısı, yerde yaprakların çıtırtısı. Uzakta şimşekler çakıyor görüyorum ama onların bile sesi gelmiyor bana. Yalnızca kulaklarımın hemen çevresindeki rüzgar bir şeyler fısıldıyor.

Koca şehirde bir ben arıyorum. Sanki herkes saklanmış benden, köşelerine çekilmişler. Yollarda ışıklar yanık, sanki gitmemi istiyorlar, evler tamamen karanlık, sanki yalnızsın diyorlar.

Her şey uzak geliyor bana. Sokağımdaki dizi dizi yusyuvarlak ağaç hışırdıyor, dokunamıyorum onlara. Sarılacak bir dal arıyorum. Havayı koklamaktan yoruldum artık. Bıktım yalnızca rüzgarın okşamasından tenimi. Çevremin yalnızca havayla çevrili olmasını istemiyorum artık. Bu sıcak havada bile tüylerim diken diken, sarılacak bir dal arıyorum.

Not: Sabaha karşı devasa bir gök gürültüsüyle uyandım. Gecede gördüğüm şimşekler topluca gürledi sanki başımda. Aradığım ses korkuttu beni ama hemen sonrasında içim rahat uyudum çünkü duymuştum artık.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Ayaklarım yerde, kanat arıyorum.

Bazı durumlarda içimdeki boşluğu avuçlarımda da fiziksel olarak hissederim. Anlatması çok zor bir duygu bu. Sanki oradaki bütün kan bir anda mıknatısla çekilir. Avuçlarımın tam ortasından dışarı doğru yayılan bir şey bu. Başladığında sürmesini istediğim bir duygu. Şu anda da avuçlarım boş yazıyorum.

Başka böyle hisseden var mı bilemiyorum. Şu ana kadar, anlatamayacağımı düşündüğümden kimseye soramamıştım. Belki bunu okuyan birileri çıkar “Ben de hissediyorum!” der. Bu yüzden biraz daha anlatmaya çalışacağım. Eskiden sadece belirli bir durumda olurdu buna benzer bir avuç boşalması, uzun süre çiş tuttuktan sonra nihayet tuvalete gidebildiğimde (Tabi bunu hissediyor musunuz onu da bilmiyorum). Bir tür rahatlama hissidir. Sanki damarlarımdaki kan böbreklerime hücum eder temizlenmek için, bu yüzden de avuçlarım boş kalır.

Bir gün nasıl oldu hatırlamıyorum, kendimi boş ve yalnız hissettiğimde birden avuçlarımda garip bir şey hissettim. Sonra bir ikinci, üçüncü oldu ve alıştım bu duyguya ama hala şaşırırım geldiğinde. İçimde bir tür coşku, bir tür hüzün, bir tür sevinç, bir tür her şey olur o anlarda sanki. Ayaklarım yere bağlıyken uçmayı hayal ederim. Neden herkes uçar da ben uçamam diye sorarım kendime. Bir tür kıskanmadır aslında. Çevreme bakar ve bendeki bir boşluğu fark ederim, sonra o boşluğu bir de fiziksel olarak avuçlarımda hissederim.

Bazen başka bir yerde olma isteğidir bu, olduğum yerden sıkılmaktır, başka hayatlara özenmektir. Her şeye rağmen kalkmam koltuğumdan, kalksam da napabilirim derim, elde değil.

Yine de hissetmekten mutluyumdur, müziğimi dinlerim, eksikleri tamamlayan hayallere dalarım, her şeyin bir gün değişeceğine inanırım. Umutsuzca umutluyumdur. Bir gün, bir yerde, bir şey olacak, mükemmel olacak (?)

3 Ağustos 2009 Pazartesi

Smirnoff Ice Arıyorum

Bugün, aradığım tatlardan bahsetmek aklıma geldiğinde yazımı kafamda şekillendirmeye başlamıştım. Bir kitaptan hatırladığım bir paragrafla başlayacaktım: Adam isimlerini bilmediği şarkılarda hüzünleniyordu, çünkü onları sevmiş olmasına rağmen bir daha dinleyemeyeceğini düşünüyordu.

Sanırım bu hatırladığım paragraf Fernando Pessoa’nın Huzursuzluğun Kitabı (Livro de Desassossego) isimli kitabındandı. Bu yüzden kitaplığımdan 500 sayfalık kitabı çıkarıp bu küçük paragrafı aramaya koyuldum. Umutluydum çünkü kitapta sevdiğim kısımlara kağıtlar koymuştum. Bulamadım, bunun üstüne kitabı tekrar okumaya karar verdim. Sonuç olarak aradıklarımdan bahsetmek üzere oturduğum şu masadan yeni bir arayış içinde kalktım, arayışlarıma bir başkası daha eklenmiş oldu.

Şimdi konuma dönüyorum artık. Bazen müzik dinlerken hüzünlenmek aynı sebepten benim de başıma gelir. Radyoda bir şarkı çalar, çok keyif alırım. Bir yandan da sözlerinden adını bulmaya çalışırım tekrar dinleyebilmek için. Her zaman bulamam tabi. Şarkı bittiğinde onu kafamda bir süre daha yaşatmaya çalışırım. Bir gün yeniden karşılaşmayı umarım onunla.

Bazen de bir şeyden keyif alırken aklıma bile gelmez onu bir daha hissedip hissetmeyeceğim. Ona tekrar ihtiyaç duyduğumda anlarım artık ulaşılmaz olduğunu ve böylece ihtiyacım daha da artar. İşte şu anda anlatacağım tatlardan biri bu.

Kalabalık bir Noel yemeğiydi. (Bu da ne? Sen Noel yemeği mi yapıyorsun? demeyin, Kanada’da değişim öğrencisiyken yemiştim) Basit bir menü vardı; şarap, et ve ekmek. Orta pişmiş yumuşacık etin pembelikleri koyu sosuyla örtülüyordu. Bir parça et ve hemen sonrasındaki kırmızı şarap birlikte mükemmeldi. Şu an gözümün önünde bütün o gece. Hiç aklıma gelmemişti o anda o etten tekrar yiyip yemeyeceğim, umurumda bile değildi, keyifliydim. Sonra Türkiye’ye döndüm ve belki de o eti düşünerek restoranlarda hep soslu etler istedim. Bulamadığımda anladım onun artık ulaşılmaz olduğunu ve değeri daha da arttı benim için. Aklıma geldikçe hüzünlenirim onu bir daha yiyemeyeceğim için.

-Aman bunda ne var ki? Kanada’ya gittiğinde ev sahibini bulur, rica edersin. diyebilirsiniz ama bence söylesem bile hatırlamaz. Başkaları için o kadar önemli ve unutulmaz olmayabileceğini biliyorum o etin. İşte bu yüzden hatırlamayacağını düşünüyorum. O gecedeki keyif artık benim ulaşılmazlarımda. Hep arayacağım onu.

Aradığım tek keyif o gece değil tabi ki. Yine Kanada’dan bir özlemden bahsedeceğim. Bu sefer bir içeceğe olan özlem: SMIRNOFF ICE! Ben onu anlatmak için “gazoz kılıklı votka” diyorum. Votka ama öyle sizin bir şeyle karıştırmanıza gerek yok, alkol oranı yanlış hatırlamıyorsam %7. Bira içer gibi içiyordunuz, zaten bira gibi altılı pakette de satılıyordu. Ben baştan beri bira seven bir insan değildim. Bu yüzden Ice’la (artık kısaca Ice diyelim) tanıştığımda çok mutlu olmuştum. Partilerde hep onu içerdim. Ahhh ah!

Dönüşüme yakın fark etmiştim onunla Türkiye’de karşılaşamayacağımı ama elden ne gelir, dönmek zorundaydım. Şu an her yurtdışına çıkışımda içim kıpır kıpır olur onu görecek miyim diye. Birkaç sefer de karşılaştık zaten. Bulgaristan’da bazı şehirlerde buldum onu, heyecanla, neredeyse tutkuyla içtim. Arkadaşlarım da sürekli ondan bahsettiğim için merak ediyorlardı, onlarla içtik otel odamızda. Onlar için sadece bir içecekti tabi. “Aaa evet güzelmiş.” dediler, bazısı yarım bıraktı, inanamadım. Benim içinse artık içecekten fazlasıydı, geçmişti, aramanın keyfiydi, bulma umuduydu. Benim için birçok şey olmuştu anlayacağınız. Kanada’dan döneli 5 yıldan fazla oldu. Dün onu yine rüyamda gördüm. Bu yazıyı yazma nedenim de işte bu rüya:

Çayyolu’nda, bizim evin yakınlarında dolaşırken yeni bir bar açıldığını fark ediyorum. Adını gördüğümde biraz şaşırıyorum. Tunus Caddesi’ndeki Nada açılmış Çayyolu’na. İçeri giriyorum, henüz yeni yeni yerleşiyorlar. İşte tam o sırada bir şişe görüyorum. Şişenin üstünde “SMIRNOFF ICE” yazıyor. Bendeki heyecanı düşünün artık. “Gerçekten Smirnoff Ice mı var burada?” diye soruyorum. “Evet” diyorlar, “sadece 5 Lira” Hemen sevinçle bir bardak alıyorum.
Sabah kalktığımda çok mutlu bir rüya gördüğümü biliyordum ama rüya aklıma gelmiyordu. Smirnoff şişesi gördüğüm anda rüyamı hatırladım. Eve gelip abime anlattığımda cevabına çok şaşırdım: “Evet, Çayyolu’na Nada açıldı!”. Rüyamın ilk kısmı doğru yani, neden ikinci kısmı da olmasın? Şu an düşünüyorum, acaba bu kadar yakınıma gelmiş olabilir mi?

Bu bir arayış blogudur!

Her konuda kararsız olduğum şu günlerde, gidecek bir yol çizemediğim boş haritalarda, karşımdaki bembeyaz kağıtlarda, şekil veremediğim kil parçasında ve en önemlisi yön bulamadığım hayatımda sürekli bir arayış içindeyim.

Ne zamandır bir blog yazmak istiyordum ama bir konu bulamadığımdan bir türlü başlayamıyordum. Ve bugün yazmak istediğim blogu ve geleceğimi arayışımı konu eden bir bloga başlamaya karar verdim. İşte karşınızdayım. Önce şimdiye kadarki durumu özetleyelim, sonra da bir arananlar listesi yaparız belki.

Makine mühendisliğinden mezun olmak üzereyim. Bütünleme sınavını bekliyorum. Tabi tek beklediğim bu değil. Neyi beklediğimi bilmeden bekliyorum. Belki vakit kazanmaya çalışıyorum, belki vakit kaybediyorum. Ama dışarıdan bakıldığında boş boş oturuyorum. İçerden bakınca da boş boş oturuyorum aslında. Şu tatil günlerinde (okul bitti artık ne tatili? de denebilir tabi) günlerim genelde spor yaparak ve dans çalışarak geçiyor. Dans yarışmasına hazırlandığımızdan günlerim çok boş geçmiyor ama geleceğim için bir şeyler yapmadığımdan boş boş oturuyorum diyorum.

-Eee mezun oldun şimdi ne yapacaksın? diyenlere cevabım
-Master yapcam, heykel masterı. oluyor.
Tabi başvuru falan yaptım mı? Hayır yapmadım. Bu yüzden de
-Önce bir dönem, (belki iki) boş oturcam, bu arada master başvurularımı yapacağım. diyorum.

Makinadan mezun olmuşsun heykel ne alaka derseniz makinaya isteyerek girmiştim ama içerde istediğimi bulamadım derim. Benim hayalimde motorlu Legolar vardı, bir çocuk zevkle bir şeyler keşfeder, üretirdi. Ama içerde gördüğüm bundan çok uzaktı, çok fazla bilgi ve detay işin bütün zevkini kaçırmıştı. El yordamıyla keşif yoktu artık. Kağıt üstünde hesapla, sonra üret bana göre değildi. Böyle olunca istemeye istemeye bitirdim bölümü, 5 yıldan biraz uzun sürdü tabi. Ama birçoklarına bir yıl kayıp görünebilecek o uzatılan yıl benim açımdan çok büyük bir kazanç oldu. O sayede Odtü kampüsünde bir heykelim var! Jale Erzen’den seçmeli ders olarak heykel dersi aldım (dersin asıl adı: Developments in Modern Art) ve dönem sonunda derste yaptığım heykel Mimarlık Bölümü ve İktisat Bölümü arasına dikildi. Başka bir yazıda size Jale Erzen’den ve ondan aldığım diğer derslerden bahsetmeliyim, unutturmayın! Sanatta başarılı olabileceğime onun sayesinde inandım. Ona çok teşekkür ediyorum.

Şu an için kısaca durum bu diyebilirim. Şimdi blogun amacına, arayışa dönelim.

Neler arıyorum, aramalıyım?

Yıllar sonra kendimi hiçbir yerde göremediğimden bir gelecek arıyorum, geleceğimi arıyorum. Çevreme baktığımda mezun ol, iş bul, askere git, evlen, çoluk çocuk… örneğini görüyorum. İstemiyorum. İstesem ne kolay olurdu. İş başvuruları yapardım hevesle, girer çılgınlar gibi çalışırdım. Ama farklı bir şeyler istiyorum. Kendimi çevremdeki örneklerin arasına oturtamıyorum. Birçok şeyi değiştirmek istiyorum; alışkanlıklarımı, davranışlarımı, tanıdıklarımı vs. Yapamıyorum. Bu yüzden gitmek istiyorum. Gidince yeni bir başlangıçla değişeceğime inanıyorum. Hatta daha önce yapmıştım, Kanada’ya değişim öğrencisi olarak gitmiştim ve şimdi düşündüğümde vay be nasıl yapmışım dediğim şeyler var ve onları yapmaya gider gitmez başlamıştım. Biraz tereddüt etsem yapamaz, aynı rutinimle devam ederdim.

Ama şu günlerde yurtdışında yaşama becerimi kaybetmişim gibi geliyor, tembelleştim, her şeyim hazır burada. Kötü alıştım. Çoraplarımı bile Zahar giydiriyor sanki. Kendime, yaşayabileceğime tekrar inanmalıyım. İnanç arıyorum.

Yalnızım, birini arıyorum.

Dediğim gibi, bir blog yazmak istiyorum, konu arıyorum.

İlerde onu mu yapsam bunu mu yapsam diyorum, bir çıkış arıyorum.

Evet şu anda olduğum ben olmak istemiyorum ve bir ÇIKIŞ arıyorum.

Not: Umarım ilerde “bu bir buluştur “bloguyla da karşınıza çıkar size nasıl yaşadığımdan bahsederim. Belki o zaman birkaçınıza benim şu anda aradığım farklı örnek olabilirim.